Bu Blogda Ara
5 Şubat 2011 Cumartesi
Kent ve Anarşizm - I
Anarşistlerin “Çember A”’sı ya da Anarşistin Gösterisi Üzerine:
Sokaklarda görüyoruz: kırmızı ya da siyah sprey boyayla çembere alınmış bir A harfi: bu ne demek? Nasıl okumalıyım o harfi! İtaat tanımayan kötü çocukların, “itaat tanımayan kötü çocuk”, olduklarını halka böyle bir reklam yoluyla iletmek istemeleri mi? Yoksa özgür olmanın önünde engel olan otoriter gücü bertaraf etmek isteyen bazı kişilerin bir tür propagandası veya kendisinin de yaşadığını orada (sokakta) olanlara hatırlattığı bir simge mi?
Kendi kişisel yaşamımda her iki nedenle de çember A’yı çizen, seven kişiler tanıdım. İlk nedenle hareket edenler, itaat edenlerdi. İkinci nedenle hareket edenlerse, yaşamlarında karşılaştıkları engellenmelerden, baskılardan acı çekmiş olanlar…
Çember A = anarşi=otoriteye hayır!
Anarşizm, bir yönelim ya da teori olarak siyasal ideolojilerden de (Marksizm, milliyetçilik vb.) daha fazla, yozlaşmaya, bireyselliğe ve tutarsız bir “etik” ahlakına yönelmeye uygun bir yapı.
“Etik ahlakı” da neyin nesi diye sorabilirsiniz? O zaman ben de, onun; “iyi ve kötü üzerine düşünmenin, soru sormanın ve bir son yargıda bulunmanın keyfi olduğunu” söyleyen kişilerin ahlakı olduğunu söylerim.
Liberalizmin 80’lerdeki iktisadi başarısından sonra, liberal burjuva bir yaşam için endüstri ve enfermosyan düzenli bir işbirliği sürdürdü ve sonuç olarak o hissiz toplumu yarattı. Bu hissiz toplumun (post-modern) günümüz çocukları arasında kendisine “anarşist” diyen birileri de var: ne istiyorlar?
Bana şimdi, daha giriş cümlemi yazarken karşı çıkanlar olacaktır; anarşizm bir kişiler (kitle) istenci değil, her şeyden önce bütünlüklü bir teoridir, bu nedenle de “ne istiyorlar” gibi kişiye göre açıklanması ve düşünülmesi gereken bir soru, bizi gerçek odaktan (anarşi’nin otoritenin alaşağı edilmesi için bir teori olduğu fikrinden) uzaklaştırdığı yönünde olabilir.
Fakat ben, anarşizmin tamamen kişisel bir anlayışla ıralandığı ölçüde kendi yaratıcı şimdisini oluşturacağı kanısındayım: anarşist olmanın belli başlı etik, estetik veya ereksel bir yönelimi kabullenmeyi şart koştuğunu iddia edebilir miyiz? Anarşi, “bir” teori değil, teorilerdir.
Baskı, şiddet ve engellenme pratiğini yaşayanlar, yine de bu pratiği farklı niteliklerde ve farklı biçimlerde buna maruz kalıyorlarsa, bir “karşı pratik”in teorisi de aynı olamaz. Öte yandan ise, otoriteye yol açan edim ve düşüncelerden, onları fazlaca deneyimleyip bu durumları ve anımsamaları estetik dışı bulan, bu durumların karşısında farklı durumlar yaratabilen, bunun için de bazı (gelenek oluşturabilen) davranışlar, pratikler ve teoriler geliştirmiş bir anarşist kişiyi ancak dikkate alırım… bundan anladığım şey ise; “aynılaşmama” üzerinden uygulanan, savunulan tutarsızca edim, teori ve pratiklerin haklı çıkarılamayacağıdır.
Öyleyse şu ortak sloganlar da neyin nesi? Estetik beğeni, etik tutum ve yaşama amacı aynı olmayanların, otorite karşıtı olarak bir tek ortak noktası olması, onları iktidara karşı mücadelede güçsüz mü kılar? Ne istiyorlar?
Otoritesiz bir yaşam nasıl mümkün olabilir ki, açıkça otorite kullanmak isteyen insanlar, toplumun ezici çoğunluğuyken!… otoriteye maruz kalan kişinin, ancak kendisinin de otorite uygulayarak ezilen varlığını kurtarabileceği fikrini oluşturan şey, burjuva ideolojileri değil, Kapitalist üretim biçimi pratiğidir en başta.
Adorno, niteliksel kişilik incelemelerinden sonra şu kanıya varmıştı:
“kişi, ancak, boyun eğmeden ve itaatten haz alarak kendi toplumsal konumuna kavuşabilir.” İktidar ve direniş, otorite ve ona maruz kalanlar, “Beşeri-tarih” adlı bilimin biricik ana konusudur. Otorite bilinen tarihin her döneminde vardı: demek ki otorite, kapitalist üretimin yönlendirdiği günümüz enformasyonuyla her ne kadar nesnelerini daha detaylı bir kontrol-denetim altında tutuyorsa da o, tüm zamanlarda “Güçlü” olanın ve “güç”ün paylaşılmayan-paylaşılmamış niteliğinin adı olarak “iktidar”dı.
İktidar olan kimdi pekiyi? İktidar ve güç üzerine teorik ve felsefi yargılarda bulunan teorisyenlerin temel zaaflarından biri de, “iktidar” kavramını somutlaşmış biçimleriyle değil de, soyut olarak düşünen akademi danaları olmalarındandır. Ve bu soyut algılamanın adı da ideoloji (çarpık bilinç)tir.Yeri gelmişken söylemeliyiz; bir “akademi dili (üslubu)”nin, ideolojisinin içinden konuşan kişi, düşünmeyi de oranın içinden gerçekleştiriyordur: “üslubu değiştirmek, bu, düşünceyi değiştirmektir; bundan öte hiçbir şeyi değil…” (Nietzche).
Şimdi yeniden aynı soruya gelelim: iktidar olan kim?
Demokrasi öncesi batı toplumunda din adamı, kral, imparator gibi, bizzat güç’e(iktidar olana) gönderme yapan bir hiyerarşi ve gelenek vardı. Demokratik düşüncenin antik-yunan sonrasında, yeniden güçlü bir biçimde ortaya çıktığı dönemle eş zamanlı anılan 1789 Fransız devriminden sonra, artık iktidar (egemenlik), kayıtsız şartsız halk’a devredildiği için, halkı temsil ettiği için siyasetçiler, kar hırsı peşinde koşan kapitalistler, cennete gitmek isteyen din adamları vb. arasındaki ilişkinin adı “modern demokrasi” olmuştur ki bu acı gerçekliğin en beyhude yanıdır: güç hiçbir zaman belirli bir merkeze yerleşerek oradan konuşmaz; her güç (iktidar), ancak geleneğe sinerek, orada yaşayarak varlığını devam ettirir.
Öyleyse iktidar halktır… iç içe olduğumuz iktidarla anlaşamıyor, uzlaşamıyoruz, iktidara kaşıyız hatta, alternatif durumlar yaratmak zorundayız. Otoriter olan, sokaktaki amca, attaki komşu, babamın oğlu, mahalle sakinleri, öğretmen, işçi, esnaf, sanatçı vb. demek ki onlar aslında bizimle doğrudan savaşıyor; biz de onlarla doğrudan savaşmalıyız:
“iktidar” kavramı etrafında toplayıp lanet yağdırdığımız bir “anti-otorite sloganı veya düşüncesi(idea’sı)” ikincil bir etki olur. Devrime ve onun olanaklarına materyalist yaklaşım, doğrudan bir savaşım gerektirir; ikincil ve yani idealist yaklaşım olan düşünsel (tinsel) ve soyut iktidar karşıtı müdahalenin ancak yine reklâm yöntemiyle karşı sunuluşudur.
Böyle ikincil müdahaleleri yapanlar, halkı ya da hakim iktisadı temsil ettiğini söyleyen plastik karakterlerin dezenformasyon aygıtlarıyla (kitle iletişim araçlarıyla) yarattıkları sahte etkiyi, yine aynı yolları kullanarak (tv, radyo, gazete vb) bertaraf etme çabasıdır. Bu tür bir iletişimsel yöntemin katkısını hiçe saymıyorum, fakat doğrudan savaşım yoluna oranla çok daha dolaylı bir iletişimdir; dolayısıyla daha etkisiz ve belirsiz de. Post-modern bir durumda biliyoruz ki, “öz” “görünüş”e, “gerçek”se “temsil”e tercih edilmiyor da, zaten onların yerini almış durumda.
Çoğu zaman da görünüş, temsilin kendisi de demek oluyor: bu tür konularda soyutlama yaparken yapılan ayrım hatalarından dolayı “yanlış dil kullanımları”na da sapılmıyor değil; mesela, “beden ruhun metaforudur” gibi yargıda bulunan J. Boudrillard örneğinde olduğu gibi… Ruhun ilineğinin beden olduğu fikri, batı-Hıristiyan düşüncesinin bir parçasıdır, bunun adı da teslis’dir.
Eğer “ruh” kavramı, bizden önceki kullanımlarında kutsal bir dış güç olarak anlaşılmış, ama bugün bizim için manevi-duygulanımsal olanı ifade etmek amacıyla kullanılıyorsa, o zaman Boudrillard’ın yargısı şu şekilde düzeltilebilir: beden ruhtur, ruh da bedendir.
Yinelemek gerekirse şöyle: hayatımız, yaşamımız boyunca tanıdığımız, etkilendiğimiz, duyumsadığımız kişi, nesne ve olaylardan oluşuyorsa, o zaman yaşadığımız iktidar ilişkileri de bu yaşamımızın içinde olarak her gün bizimle yeniden konuşuyor ve bizimle her fırsatta çarpışıyor olmalıdır. İktidar halk ise, kişi kendisini korumadığı sürece kendisinin de iktidar olmuş olabileceğini gözden kaçırmamalıdır.
Bacon’ın deyimiyle “çarşı- pazar” idolleriyle (Bacon: novum organum) ( insanın, insan toplumuyla ilişkisinde, çoğunluk (iktidar) tarafından biçimlenmiş bir dil aracılığıyla), hareket ediyorsak o zaman onun bir parçası olmayı sürdürürüz ve iktidarın dilini paylaştığımız için kendimizi dışarıdan göremez ve onunla (onlarla) aramızdaki ayrımı fark edemez duruma geliriz. O zaman geriye sadece elimizdeki eski slogan kalır: “kahrolsun devlet”. Pekiyi belirli bir ritimle söylenen bu iki sözcüğün anlamı ne? İşlevi ne? Gösteri…!
Otoritesiz bir yaşama inandığı için mücadele edenler, en az buna inanmayıp, ama yine de teslim olmayı aklından bile geçirmeyenler gibi mücadele ediyorlar! Otoritesiz bir yaşamı düşlemek değil, yaşamak…
Kimse dönüp: “sen neyi seçtin hayatında” anlamına gelen bir şeyler sormuyor; herkes kendisinin neyi seçtiğinden bahsediyor daha çok: Anarşist örgütlenmede de, algının yönü, gündelik hayatın, “gerçeklik hissinden yoksun” pasif nihilizanlığından payını almış durumdadır. Kişiyi yalnız olmaktan kurtaran bir kollektivite ile gündelik hayatta devrimin olanaklarını araştıran bir aktif teori arasındaki fark, kent ve tinsel durum arasındaki ilişkide aranmalıdır. Metropol’ün zihinsel ve duygusal yaşam üzerindeki etkisi doğrudandır.
Sokak, cadde, mimari yapılanma: kent planlaması:
Modern sosyolojinin temel unsurlarından biri olan kentin insan yaşamını dönüştürücü niteliği, burjuvazinin kentsoyluluk olarak anılmasının tarihi olan 1007’li yılların kale-kentlerinden günümüze dek artarak süregelmiştir. Kentin büyümesi, sanayinin büyümesi ile olur. Ekonomik gelişme, kültürel zenginlik ve siyasi koşullar kent nüfusunun artışında önemli etkenlerdir. Ortaçağ kentlerinin güvenlik ve niteliklerinin sebebi, tüccarların güvenliği ve istemleri içindir.
Kentsoyluluk( burjuva ) sözcüğü, ilk defa 1007 yılında Fransa’da kullanılmıştır. Bu kişiler tüccar kale-kentlilerdir. Ticaret için okuma- yazma gerekli olduğundan artık eğitim de din adamlarının tekelinden çıktı (H. Pirene). Tüccar çocukları soylu çocuklarından önce bu din okullarına gittiler. Bu arkaik laik düşünce Rönesans’ı, dinsel gizemcilik ise Reformu doğurmuştur.
İktidar ve direnişin geo-coğrafyası aynılaştığı ölçüde, ona karşı yürütülen savaş alanı da aynılaşmış demektir. Bir Biyo-coğrafya olarak insan bedeni de, kapitalist üretimin, adına meta üretebilmesi için “simgesel, estetik ve ahlaki” bir değere sahip olarak kodlanmasını gerektirmiş, bu tutum ise 18. yüzyıl aydınlanmasıyla beraber eşitliğe dayanan bir hümanizmanın adaleti sağladığı inancı ve yanılgısı olmuştur.
19. yüzyılın sonunda Nietzsche: “insanlar eşit değildir, böyle der adalet” dediğinde, insanın sadece biyolojik bir tür, organik bir beden ( hayvan) olmasının eşit olmak için yeterli olmayacağını belirtmiş oldu. Geriye tinselliğin, ancak geleneği yaşayarak aşmış deneysel davranan üst-insanını diğer sürüden ayırmak olmuştu ve bu ayırım tamamen soyuttu.
Fakat bir de konuya materyalist bir açıdan yaklaşıp şu soruyu sormalı: içinde varoluşumuzu sürdürdüğümüz zaman (kapitalizmin her yanına sindiği boş zaman) ve mekânın (kent) üstümüzdeki belirleyici etkisinden nasıl olur da kurtulabiliriz? Kişi bir çağın, dönemin aşkınlık düzleminden nasıl kurtulabilir? İçinde bulunduğumuz gündelik yaşam imajları, bizim bütün ilişkiselliğimizi ve algı seçenek ve yönelimlerimizi yüksek oranda belirlemiyor mu?
Şüphesiz bundan arınmanın yolu, zaman ve mekânı tekbiçimlilikten kurtararak onu daha çoğul göstergeler alanına kavuşturmaktır. Kenti çok iyi tanımak ve onu dönüştürmek. Bu uzun zaman alabilir, fakat çok kısa sürede moda olmak gibi bir işlev de taşıyacağı için kolay olacaktır. Çizimler, yazılar, farklı zaman ve mekânlardan göstergeler, anımsatmalar bırakarak kenti bir bellek olmaya doğru yazmak… Ve bu “oluş” sürecini hızlandırmak… Fakat bunu başarmak için polis, sosyo-coğrafik uzmanlar tarafından, kent yönetimi ile kent coğrafyasının kullanım biçimlerinin (özel ve ya kamusal olsun fark etmez) nasıl belirlendiğini kavramak gerekir. Sokağı anlamak, pratik bir süreç ister.
Orası üzerine düşünmek, orada yaşamaktan çok farklıdır; biz orada yaşadıkça orayı alternatif alanlarımıza (geçici otonom bölgelere) çevirebiliriz. İktidar ile karşıtı arasındaki temel ayrımı oluşturan şey, iktidarın kendi erk’i lehinde yapılandırdığı üst-yapı kuruluşlarını, teori ve pratiği eş-zamanlı kullanması yönünde donatmış olmasıdır.
Hakim erk, bugün duvarlar arkasında aldığı bir kararın, ertesi gün uygulamasına geçer; karşı teorilerin gölgesinde ise; salt kültürel bir karşı cepheyi oluşturmak için daha çok ütopya gereksinmek ve harekete geçmek yerine hayal kurmak durumunda kalan, (yaşamı olumlayan değil, değilleyen, aktif değil, pasif ve Boudrillard gibi) pesimist olmanın iyi bir septik olmanın örneği olarak anılacağını sanan kişiler birikmektedir. Bu kişiler bir o kadar, idealizmin tuzağına saplanmış, mistifikasyona düşmeye hazır, konformist kişilerdir. Bunların devrimden anladığı şey de sefilce bir konfor Tarzanlığıdır.
Gelecek sayılarda da “kent ve anarşizm” başlığıyla anarşizmin tarihi deneyimleri ve yeni olanaklar üstüne çeşitli alt-başlıklarla yazımı sürdüreceğim. Bu konuda fikir belirtmek isteyen okurların da katılım sağlamaları konuyu daha bütünlüklü düşünmemizi sağlayacaktır.
Permalink to this post:
http://www.ahaligazetesi.org/dosyalar/kent-ve-anarsizm/?postTabs=0
Etiketler:
ahlak,
başkent,
çember,
endüstri,
enfemasyon,
ideoloji,
itaat,
kent,
liberalizm,
nasıl ?,
neden,
post-modern,
propaganda,
sokak,
şehir,
zaman
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder